Ergenekon’dan Sonra “Türklük” – I

Takı taluy takı müren

Kün tuğ bol-gıl kök kurıkan1

Ol yirgerü barsar Türk budun ölteçi sen…

Ötüken yış olursar benggü il tuta olurtaçı sen.2

Günümüzde dünya politikası hakkındaki popüler algıları, çoğunlukla TV ekranlarından topluma ulaşan yorumlar şekillendiriyor. Ancak, her gün yeni bir konu etrafında benzer akıl yürütme biçimlerine dayanılarak tekrarlanan bu değerlendirmeler, uluslararası ilişkileri anlamak bakımından buz dağının sadece yüzeydeki kısmını temsil ediyor. Görünüşler evrenine ait sonsuz sayıda tekil hadiseyi nasıl kavrayacağımızı belirleyen tartışmalar ise önemlerine kıyasla çok az ilgiye mazharlar. Buzdağının deniz altındaki bu esas bölümünü; özne/aktör ile öznenin/aktörün eylemde bulunduğu çevreye, aradaki ilişkiyi merkeze alarak ontolojik bir derinlikten bakabilen çalışmalar oluşturuyor. Bu alanlarda özgün bir sosyal bilim geleneği inşâ edemeyen toplumlar, ithal edilmiş bilgi yumağının sürekli sorun üreten pratik sonuçlarıyla boğuşmaya mahkûm kalıyorlar. Gündelik gelişmelerde tek tek karşımıza çıkan problemlerle, bahsettiğimiz temel varoluş zemini arasındaki ilişkinin özel bir zihnî hazırlık olmaksızın açıkça kurulamayışı, meseleyi kangren hâline getiriyor. Hele söz konusu bağlantıyı çıkarları gereği gizlemeye çalışan mekanizmaları da hesaba katarsak durumun vahametini daha berrak bir şekilde kavrayabiliriz.

Tam da bu gerekçeyle jeopolitiğin Batılı karakterini eleştirdiğimiz çalışmamızdauluslararası ilişkileri kendi gözlerimizle okumamıza imkân verecek bir özneleşme sürecine dair bazı sorular sormuştuk. İlk itirazımız, inceleme merceğinin önce coğrafyayı, daha sonra da coğrafyaya nispetle tarif edilerek gölgeleştirilen aktörü görmesine yönelikti. Özneye odaklanılması gerektiğini, bunun da içeri/dışarı ayrımını anlamlı kılan kimliğe eğilmeyi zorunlu hale getirdiğini söylemiştik. Kimliği, statik ve tek biçimli tasarımlarla anlaşılamayacak çoğullukta bir dinamik alan; coğrafyayı ise öznenin varoluş sürecinin geçtiği, kimliğin teşekkülü de dâhil tüm macerasına sahnelik eden mekân olarak tarif etmiştik.

Bunun ardından sıra, aktörün ve eylemde bulunacağı çevresiyle ilişkilerinin anlaşılması aşamasına gelmektedir. Jeokültürle desteklenen özne ve mekân beraberliğinin yarattığı bileşke, verili bir zaman dilimindeki jeopolitik mücadelenin aktörüdür. Etrafı, başka özne/mekân bileşkeleriyle çevrilidir. Tüm aktörler, mevcut rekabet denklemine göre karşı karşıya veya yan yana gelirler. Dostluk/düşmanlık münasebetleri bağlamında yansımalı ilişkiler kurarlar. Temas hâlinin hem etkileyeni, hem de etkileneni konumundadırlar. Jeopolitik denklemlerin ömrü, belirli bir konjonktürle sınırlıdır. Konjonktürler, muhtelif sebeplerle değişirler. Her değişim de beraberinde yeni denklemler getirir. Bir özne/mekân bileşkesinin jeopolitik davranış kodlarını layıkıyla çözümleyebilmek için, önce mevcut tarihsel konjonktürü karakterize eden denklem ile incelenen aktörün bu esnadaki vaziyetinin, ardından da yüzleşilen meydan okumalar karşısında üretilmiş cevapların değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Daha sonra değişik konjonktürlere ait resimler zaman oku üzerinde dizilmeli ve aralarındaki sürekliliklere/farklılaşmalara odaklanan bir tahlil çerçevesinden anlamlandırılmalıdır.

Türk tarihinin önemli uğrak noktalarına yukarıdaki parametreleri esas alarak baktığımızda fark edeceğimiz hususlardan bir tanesi, çekilme ve genişleme evrelerine dayalı ritmik harekettir. Bu safhalardan her biri özneyi derinden etkileyen kendine mahsus özelliklere sahiptir. Estetik sembolizmini ilk epigraftaki ifadede bulan genişleme döneminde özne/aktör, yeni coğrafyalara adım atar. Bu dönemde, genişlemenin nasıl ve hangi doğrultuda olacağı, ayrıca dışarıyla kurulacak ilişkilerin niteliği hakkında farklı düşünen gruplar, öznenin hamlelerine yön verebilmek için mücadeleye girişirler. Yelpazenin bir ucunda içeri ve dışarıyı keskin hatlarla ayıran stratejiler yer almaktadır. Dışarıyı dönüştürürken içeriyi sürecin etkilerinden yalıtmayı hedeflerler. Değiştirmek ancak değişmemek istemektedirler. Diğer tarafın merkezini ise, özneyi “fethettikleriyle” etkileşime açık bir zemine konumlandıran yaklaşımlar işgâl etmektedir. Bunların amacı, genişleme sırasında karşılaşılan halkların en azından bir kısmını, özneye ait kimliğin parçası yapmaktır. Söz konusu toplulukların özneyle müşterek hedef ve ideallere yönelmeleri, zaman içerisinde “biz”e katılmaları sonucunu doğurabilir. Bütünleşme gerçekleşirse, ortak kimliğin düşmanlarını düşman, dostlarını dost bilir hâle gelirler.

Öznenin geniş kitlelerin üzerine gerdiği bu kimlik çadırı, çekilme sürecine paralel olarak toplanır. Yani, geri çekilme yalnızca mekândaki hâkimiyetin el değiştirmesine değil, “biz” duygusunun bileşenlerindeki dönüşüm ve daralma sebebiyle kolektif kimliğin kuşatıcılığını yitirmesine de yol açar. Ağır yenilgilerle gelen geri çekilişin hâkim psikolojisi, korkudur. Tarih sahnesinden silinebileceği endişesine kapılan özne, önce kendisine bir sığınak arar. Sonraki safhada iki tane rakip yaklaşım belirir. Bunlardan ilki, özne olma vasfını yitirmeden kuvvetlenmenin yollarını aramaktır. Psikolojik düzeyde söz konusu perspektifin sahipleri, temel kimlik değerlerinin ve genişleme dönemine ait hatıraların korunmasını, özledikleri geleceğin bu sayede bir gün yeşerebileceğini düşündükleri için önemserler. Dışarıyla ilişkilerde ise çok ihtiyatlıdırlar. Özne, ikinci epigrafı aldığımız metnin vurguladığı gibi, daha avantajlı bir konuma gelene kadar hareket alanını sınırlar, ancak kendini inkâr etmez.

Diğer yaklaşım ise, öznenin neredeyse varlığından vazgeçmesi sonucunu doğuracak bir ruh hâlinin ürünüdür. Genişleme dönemine ait motivasyon ve hatıraların, yeni maceraları tetikleyerek ontolojik yok oluşa giden kapıları aralayacağına inanılmaktadır. Kaygı eşiği o kadar yükseltilir ki, galip özneye katılma, tehdidi bertaraf edecek tek çıkış yolu olarak savunulur. Bir başka öznenin kimlik tasavvurları içinde erime anlamına gelen nesneleşme, genişleme evresinin hedef ve ideallerinin ötekileştirildiği bir yeniden kimliklenme sürecidir. Dost-düşman tanımları ve karşıtlık imgeleri değiştiği için, genişleme döneminde zengin çağrışımlar kazanmış tarihsel kimliğin aynı “ev”de buluşturduğu topluluklarla arada uçurumlar oluşmaya başlar.

20. yüzyılın başından bu yana bir kavram olarak “Türklük” böyle bir tecrübe yaşadı. Ancak, 1990’lardan sonra dünya dengelerindeki değişimler, yeni bir tarihsel konjonktüre geçiş için şartların hazırlandığını gösteriyor. “Yeni Çağın” dinamiklerini doğru idrak edebilmek ise, çekilme döneminin zihniyet dünyamızda bıraktığı tahribatı tanımakla mümkün. O zaman şu sorulara daha sağlıklı cevaplar verebileceğiz. Günümüzde millî kimliğimizi konu edinen tartışmaların mühim bir kısmı, aslında çağ değişiminin tetiklediği sancılardan mı ibaret? Millilik damgası vurarak üzerine titrediğimiz bazı sembol, kavram ve figürler gerçekten “biz” şuurunun devamı bakımından varoluşsal öneme mi sahipler; yoksa bunlar, tarihî kaderimiz önümüzde yeni bir genişleme döneminin ufuklarını açarken geride bırakmamız gereken acı-tatlı hatıralar mı?  Uzayıp giden soru listemizin izini sürmeye, Ergenekon’dan ve Türk milletinin etrafını kuşatan demir dağlardan başlayacağız.

***

1921 yılının Ağustos ayı geride kalırken Ankara’dan ayrılan Ziya Gökalp, Diyarbakır’a doğru yola çıkar. Kendisini şehrin surlarının dışında karşılayan kalabalığa, Anadolu’nun Türklüğün yeni Ergenekon’u olduğunu söyler.4 Efsanenin metaforik çağrışımlarını, şu yalın gerçeği anlatmak amacıyla kullanmaktadır. Akıl almaz kudrete sahip bir düşmana karşı verilen büyük savaş kaybedilmiştir. Mağlubiyetin, topyekûn yok oluşa dönüşmemesi için Anadolu bozkırında yürütülen mücadele başarıyla neticelenmelidir. Zafer, yaraların sarılabileceği sarp bir yere, Ergenekon’a çekilme imkânını sağlayacaktır. Elbette ilk fırsatta dışarı çıkmak üzere…

Dönemin ruhuna nüfuz edebilmenin yolu, Ergenekon sürgününün ardındaki denkleme dair bazı parametrelere göz atmaktan geçiyor. I. Dünya Savaşı başlarken, son bin yıllarını temsil ettikleri medeniyeti korumak adına Batı’yla boğuşarak geçiren Türklerin karşısında şöyle bir manzara vardı. Batı, dünyanın kalan kısmıyla kıyaslandığında ekonomik gücünün zirvesindeydi. Örneğin, dünya sanayi üretiminin % 94.8’ini gerçekleştiriyordu.5 Aynı durum siyasi dengeler bakımından da geçerliydi. Hâlen Avrupalılar tarafından yönetilen yahut Avrupalıların daha önce sömürgeleştirdiği kara parçaları, yeryüzünün % 84.4’ünü kaplamaktaydı.6 İnsanlık, gücün böylesine orantısız dağıldığı bir başka zamana şahit olmamıştı. Üstelik demografik dengeler de günümüze kıyasla Batı’nın lehineydi. 1900’de Rusya ve Doğu Avrupa dâhil “Batı”, dünya nüfusunun % 35’ine ev sahipliği yapıyordu.7 Nüfus patlamasıyla taçlanan ekonomik, askerî ve siyasî üstünlük dönemi, aynı zamanda Batı’nın dinle arasına mesafe koyuşuna da şahitlik ediyordu. Maddî ilerleme çağının fonunda kiliseye karşı yürütülen, Aydınlanma ideolojisinin beslediği kavga vardı.

Gelinen noktaya ansızın ulaşılmamıştı. Osmanlı, tarihsel konjonktürün kendi aleyhine değişimini, acı bedeller ödeyerek izlemişti. Söz konusu dengesizliğin özellikle bir asırdan uzun müddettir yarattığı baskı, her biri kendince farklı kurtuluş reçeteleri öneren çok sayıda “tarz-ı siyaset”in ortaya çıkışına sebebiyet vermişti. Müesses nizâmı reform için harekete geçiren şey, kendi iç dinamiklerinin ürettiği değişim talebi ve motivasyonu değil, dış dünyada yüz yüze gelinen denklemdi. Önce özneyi/aktörü yenilgilerden kurtaracak pratik çözümler arandı. Ancak bunlar yetmedi ve tartışmalar özneyi tarif eden varoluş zeminine kadar dayandı. Yitirilen topraklarla birlikte, kimlik çadırının kazıkları da sökülmeye başlanmıştı. Biz artık kimdik?

Türk milliyetçiliğinin doğuşunu konu edinen metinlerin neredeyse tamamında ana hatlarına dokunduğumuz daralma benzer biçimlerde anlatılır. Gerek söz konusu döneme bizzat şahitlik eden fikir adamları, gerekse de sonradan meseleyi inceleyenler Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışını temelde dış dünyadaki değişimlere uyum sağlama ihtiyacı ile açıklarlar. Süreç dışarıdan içeriye doğru ilerlemiştir. Kendi ritmine uygun işleyen toplumsal hayatın doğal dinamikleriyle varlık kazanmış bir değişmenin ürünü değildir. Türkler, kimliklerini içinden kavradıkları eski algı çerçevelerini, artık işe yaramayışı yahut manasız gelmeye başlayışı gibi gerekçelerle terk etmemişlerdir. Ziya Gökalp’in satırları, zamanın idrak biçimini aksettirmektedir: “İslâm âleminin son ümidi olan Osmanlı Devleti’ni yüz seneden beri parçalayan manevi bir mikrop var. Bu mikrop şimdiye kadar Osmanlılığın düşmanı idi ve İslâmiyet’e büyük zararlar verdi. Fakat bugün artık İslâmların lehine dönerek, yaptığı zararları gidermeye çalışıyor. Bu mikrop, milliyet fikridir.”8

Yukarıdaki cümlelerde, geri çekilme sebebiyle “biz” idrakinde yaşanan farklılaşmanın nasıl sancıların ardından meydana geldiği açıkça anlaşılıyor. Mevcut rahatsızlığına rağmen özne, varoluşunu yeni kavramlar üzerinden kurma mecburiyetini hissetmiştir. Çünkü: “Dünyanın şarkı da garbı da bize açıkça gösteriyor ki, bu asır milliyet asrıdır; bu asrın vicdanları üzerinde en etkili kuvvet milliyet mefkûresidir.9 Hedeflenen şey, bu kuvvete dayanılarak “pençe-i izmihlâl”den kurtulmaktı. Milliyetçilik, hayatta kalmak için gerekli toplumsal dinamizm ve enerjiyi üretecekti.

Söz konusu dönüşüm sürecini layıkıyla kavrayıp, önemli kırılma noktalarını tespit edebilmemiz için öncelikle “biz” idrâkinin Osmanlı klâsik dönemindeki temel tezahürlerine değinmemiz gerekiyor. Bilindiği gibi kimlikler, yüzyıllara yayılan tecrübelerin sırtlarına yüklediği anlam katmanlarıyla evrilerek şekillenirler. Tarihî Türk kimliği de üç ana havzanın ürünüdür. Sırasıyla, Orta Asya, Anadolu ve Balkanlar ile Ortadoğu’da geçen uzun asırlar, Türklük kavramının üzerine muhtelif çağrışımlar taşıyan mana elbiseleri giydirmiştir. Osmanlı çağında bu kıyafetlerin Türk’ün üzerinde nasıl durduğunu merak ediyorsak, ya dışardan bizi izleyen gözlerin şahitliğine yahut da zihninin aynasında kendisini seyredebilmiş kalem erbabına başvurmalıyız.

Tercihimizi, Batı’nın Osmanlı’yı konuşurken benimsediği terminolojinin ulus devlete geçiş sürecindeki rolünü hatırda tutarak ilk yöntemden yana kullanacak ve eski İngilizce metinlerde Türklüğün izini süreceğiz. 15. yüzyılın son çeyreğinden, 18. yüzyılın başına kadar uzanan dönemde oluşmuş literatüre baktığımızda öncelikle dikkatimizi çekmesi gereken şey, Türk kelimesinin telaffuz edilme sıklığıdır.10 Kavrama hangi anlamların yüklendiğini ise şu kitap başlıkları güzel özetliyor. ”The Mahumetane or Turkish Historie”, Fransızca ve İtalyanca metinlerden yapılan tercümelerle 1600’de Londra’da basılmış bir Türk tarihi11. Kitabın içindekiler kısmında, Türklerin kökenleri ve yazarın ifadesiyle ”Muhammed’in batıl mezhebinden doğan dört imparatorluklarının tarihi” beraber yer alıyor. Başlıktaki ”or/veya” bağlacı, Türklük ve Muhammedîlik olarak isimlendirdikleri Müslümanlık arasında nasıl bir özdeşlik ilişkisi kurulduğunu gösteriyor.

Basım tarihi 1519 olan bir başka metin, ”Kuran adlı Türk kanunu”ndan bahsediyor.12 ”The Life and Death of Mahumed/Muhammed’in Hayatı ve Ölümü” Türklüğün tarihî çağrışımlarını göstermesi bakımından başka bir ilginç örnek. 1679’da Londra’da yayımlanan kitabın alt başlığında Hz. Peygamber’e (S.A.V.) yakıştırılan ünvan şöyle: ”The Author of the Turkish Religion/Türk Dininin Müellifi”13 17. yüzyıla ait İngilizce metinlerde Türk, işaret ettiğimiz parametreler etrafında tanımlanırken  ”öteki”si de ihmal edilmez. Örneğin, William Seaman’in 1652’de neşredilen ”Tacü’t-Tevarih” tercümesine yazdığı giriş, bu bakımdan değerlidir. Daha sonra İncil’i Türkçe’ye aktaracak olan Seaman, Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetine girişmeye niyetlenmiş bir grubun üyesidir. Kendisini, ”The Reign of Sultan Orchan, Second King of the Turks”14 başlığı ile Hoca Saadettin Efendi’den çeviri yapmaya motive eden şey de, rakibi anlama ihtiyacıdır. Seaman, Avrupalı okuyucunun kitapta hikaye edilen tarihi hadiselere vakıf olabilmesi için önce Türk’ün varoluşunu ve dünyayı algılayış, etrafındaki olayları yorumlayış biçimini kavraması gerektiğini düşünmüştür.

Bunun için de, Hoca Sadettin Efendi’nin eserinde sık sık geçen bazı terimleri tanıtır.”İslâm” ve ”kafir” kelimelerinin muhtelif varyantları, Türk’ün kendisini ve hasmını tarif ettiği kavramlar olarak Batılı okuyucuya takdim edilir. Seaman tarafından tercüme metne eklenmiş notlar, kendilik-ötekilik ilişkisini vurgulayan bu kavram çiftlerinin altını sürekli çizer. Yan yana konulduklarında beyaz ve siyah renklerin birbirlerini daha net göstermeleri gibi, Türklük de ötekisi ile anlam kazanmaktadır.

Seaman’in bize hatırlattığı pencereden bakmaya devam edersek, Islahat Fermanı’nın ardından ”gavur” kelimesi ve benzerlerinin yasaklanmasını, hakaret ifadeleri hakkındaki basit bir düzenlemeden ibaret göremeyiz. Tam tersine bu değişmeyi, Türklük kavramının ötekisi üzerinden yerleştiği ontolojik zeminde gelecekte ciddi sonuçlar doğuracak kaymanın merhalelerinden biri kabul etmemiz gerekiyor. Nitekim, çekiliş dönemlerine özgü yukarıda özetlediğimiz yaklaşımlardan ikincisi 20.yüzyılın başlarında hakimiyetini ilan ettiğinde, Türk’ten tarihî ötekisini yeni ülküsünün adresi yapması açıkça istenmiştir. Yeni Türk’ün ötekisi olarak da kendi geçmişi ve temel kimlik kodlarının önemli unsurları seçilmiştir. Çalışmamızın odak noktası bakımından söz konusu tavrın anlamı, geri çekilirken ardımızda bıraktığımız fizikî ve zihnî dünya ile aradaki bağların koparılmasıdır. Bu tercihin sahipleri, Ergenekon’un tarihî Türklüğe mezar olacağını ummuşlardır.

Devam edecek…


1 Muharrem Ergin (Yay. Haz.), Oğuz Kağan Destanı, Hülbe Yay. 1988, s.32. (Daha deniz, daha ırmak / Güneş tuğ, gök çadır olsun)

2 Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yay., 1978, s.66, Kül Tigin Abidesi, Güney Yüzü. (O yere doğru gidersen Türk milleti öleceksin… Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın.)

3 Mehmet Akif Okur, Yeni Çağın Eşiğinden Avrasyanın Kalbine Bakmak, Tarihten Günümüze Orta Asyanın JeopolitiğÜzerine Düşünceler, Yesevi Üniversitesi Yayınları, 2011. Kitabın tam metnine şu internet adresinden erişilebilir:http://yayinlar.yesevi.edu.tr/static/kitaplar/avrasya_rapor.pdf

4 Nevzat Kösoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Ziya Gökalp, Ötüken, 2009, s.109

5 Jan Nederveen Pieterse, Globalization or Empire?, London, Routledge, 2004, s.74

6 David Kenneth Fieldhouse, Economics and Empire, 1830-1914, London, Macmillan, 1984, s.1

7 Eric Kaufmann, Shall the Religious Inherit the Earth?, Demography and Politics in the Twenty-First Century, Profile Books, 2010, s.31

8 Ziya Gökalp’ten  aktaran Nevzat Kösoğlu, a.g.e., Ötüken, 2009, s. 177

9 Ziya Gökalp’ten  aktaran Nevzat Kösoğlu, a.g.e., Ötüken, 2009, s.s.174

10 1473 ile 1700 yılları arasında İngiliz dilinde basılı tüm eserleri kapsıyan Early English Books Online’da Türk kelimesi ve türevleri taranmış, 807 kayıtta 2721 defa kullanıldığı görülmüştür. Aynı veritabanında Ottoman kelimesi ve türevlerine ise 66 kayıtta 187 defa rastlanmıştır.

11 Ralph Carr of the Middle Temple, The Mahumetane or Turkish Historie, London:Thomas Este, 1600

12 Here Begynneth a Lytell Treatyse of the Turkes Lawe Called Alcaron, London : In fletestrete in the sygne of the Sonne by me Wynkyn de worde, 1519

13 Lancelot Addison, The life and Death of Mahumed, the Author of the Turkish Religion, London: Printed for William Crooke, 1679.

14 Hoca Sadeddin Efendi, The Reign Of Sultan Orchan, Second King Of The Turks,Translated Out Of Hojah Effendi, An Eminent Turkish Historian, Çev.William Seaman, London: T.R & E.M., 1652

Kaynak: http://www.turkyorum.com/ergenekondan-sonra-turkluk-i/

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp