Crans-Montana Karar Konferansı mı, KKTC’nin Tasfiyesi mi?

28 Haziran 2017 tarihinde İsviçre’de başlayan Kıbrıs Konferansı ile birlikte görüşmelerin önemi dolayısıyla sosyal medya merkezli birçok kampanya yürütülmekte. Genel Sekreterlik görevini yürütmüş olduğum Türk Dünyası Birlik Platformu olarak biz de “KKTC Masada Verilemez” temalı bir kampanya oluşturduk, devam etmekteyiz. Gerek kendi gündem oluşturma çalışmamızdan gerekse de takip edebildiğim kadarıyla diğer çabalardan gözlemlediğim kadarıyla halkımızın konuya ilgi eğilimi vardır. Bunda da hiç şüphesiz 1974 yılında gerçekleşen Kıbrıs Barış Harekâtı’nın önemli büyüktür. Kıbrıs ile alakalı kamuoyu oluşturmayı, Türk halkına en azından “Kıbrıs’ta ne oluyor?” sorusunu sordurmayı gaye edinen internet ortamını araç olarak kullanan çalışmalar, ağın doğası gereği sadece genel bir çerçeve çizmekte başarılı ancak konuya dair gerekçeler ifade edilirken sönük kalmaktadır. Bu anlamda bazı üst başlıkları bir köşe yazısı ölçüsünde açmaya çalışacağım.

Yürütülmekte olan Kıbrıs Konferansı’nın da bu zirvenin varlığını sağlayan ön müzakerelerin de temelinde bir sorun çözme arzusu yatmaktadır. Bu sorun hâkim paradigmaya göre Kıbrıs’ta tek bir idarenin varlığının olmamasıdır. Postulat atfedilen bu soruna karşı teklif edilen çözüm ise bizzat Kıbrıs’ta 1960 yılında kurularak tecrübe edilen federasyondur.

Devlet adını verdiğimiz organizasyon yapısını var kılan temel üç unsurdan birisi sınırları belli bir toprak parçasıdır. Ülke olarak da tarif edeceğimiz bu kavramın ise herhangi bir hukuksal metinde minimum alan ölçüsü belirtilmemiştir. Öyleyse Kıbrıs’ta sorun denilen kavram tek yönetimin yokluğu olamaz. Sorunun bu şekilde sunulmasının sebebi ise açıktır. Zira Rumlar “Kıbrıs Helendir, adada tek devlet kurup egemenliği biz ele geçirmeliyiz” diyememekte yani konuyu manipüle etmektedir. Fakat bu bilgilerden çıkarılacak sonuç “Kıbrıs’ta sorun yoktur” olmamalıdır. Evet, adada bir sorun mevcuttur. Bu sorun, insan topluluğu (millet), toprak unsuru (vatan), iktidar unsuru (egemenlik) gibi bir devletin varlığı açısından gerekli öğelere haiz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) tanınmıyor oluşudur. Eğer Birleşmiş Milletler (BM) tarafsızlık niteliğinin bir gereği olarak müzakereler tertip edip, uzlaşı sağlayacaksa bu sorunu çözmelidir. Görüldüğü üzere “Siyaset Bilimi 1” seviyesindeki bir dersin içerisine aldığı bir konu bile sorun diyerek önümüze sunulan bu süreci sakatlamaya yetmektedir. Bu bağlamda KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa AKINCI’nın göreve gelmesi sonrasında tekrar başlayan müzakere süreçlerinde ve Türkiye’nin garantör ülke sıfatıyla dahil olduğu zirvelerde çözüm aranan sorunlar temeli itibariyle yanlış anlamlandırılmaktadır.

Ancak gündemde olan üst başlıkları açıklayabilmek adına yazının devamında sorun temellendirmesi hatasını yadsıyacağım veya adanın tümünde yaşayan halkın ortak bir devlet arzu ederek yöneticilerinden federasyon talep ettiğini var sayacağım. Federasyon kavramı en basit tarifiyle birden fazla devletin birleşme ya da ayrılma yolu ile bir araya gelip dış işlerinde ortak kararların alınması iç işlerinde devletlerin ise anlaştıkları ölçüsünde özerkliğe sahip olmasıdır. Bu açıdan bu görüşmeler eşitsizdir. KKTC, olası bir federasyonda “ler”i sağlayacak devlettir. Önce tanınması sonra masaya oturulması olması gerekmektedir. Diplomasideki müzakere yöntemi bir şeyler kazanmak üzerine kuruludur. KKTC tanınırlığını sağlama ön şartına binaen federasyon uzlaşısına katılırsa, arzu edilen federasyon kurulamazsa masadan tanınmış KKTC kazanımı ile kalkmış olacaktır. Oysa bu hâliyle süreç başarısızlığa uğrarsa masa devrildiğinde KKTC aylardır boşa enerjisini tüketmekten başka elinde hiçbir şey olmadan yoluna devam etmek durumunda kalacak.

Koşulsuz masada bulunan KKTC temsilcileri 12 Ocak 2017 tarihinde Cenevre’de gerçekleşen konferansın ilk etabında ise tarihi bir hata yaptı. BM’nin kasasına kilitlenmek üzere bir harita teslim etti. Bu olay iki açıdan yanlıştır. İlki, müzakerecilik stratejisi açısından yanlıştır. Yapılması gereken sınır anlaşmasının en sona bırakılması, tüm konularda uzlaşma sağlanması sonrasında devletlerin egemenlik alanları tespiti olmalıydı. Bu ilk hatadan ayrıca doğabilecek bir sorun daha vardır. Örneğin günümüzden 50 yıl sonra yeni bir müzakere masası kurulduğunu varsayarsak taraflar sunulan bu harita üzerinden konuları görüşmeye başlayacaktır. Pazarlık o haritadan başlamak durumunda olacaktır. İkinci olarak ise, sunulan haritada halka söz hakkı tanınmamasıdır. Hattâ BM Kıbrıs Özel Danışmanı’nın ifadesi ile haritaları sadece 5 kişi görmüştür. İstişareden yoksun bu yönetim anlayışı sorunludur. Bu yanlışların üzerine bir de haritanın içeriğine dair bir skandal vardır. Haritaların kitli olması dolayısıyla şimdilik bir söylenti durumunda olan bu abes olay, bu federasyon görüşmeleri olumlu sonuçlanırsa KKTC’nin toprak kaybedeceği yönündedir. Bu söylentiyi KKTC’nin 26. Hükûmetinde Başbakan Yardımcılığı ve Maliye Bakanlığı görevini yürütmekte olan Sayın Serdar DENKTAŞ’a bizzat sorduğumda aldığım cevap, kendisinin de haritayı görmediğini ama bu söylentinin ciddi bir boyutta olduğu yönündeydi. Bu bahsi şehit kanlarıyla vatan kıldığımız toprağı şehit edenlere teslim ederek çözüm aranması ne demekse onunla tanımlamak doğru olacaktır.

Konferansa değin geçen süre içerisinde Türkiye’nin çok pasif bir konumda kalması da önemli hatalardandır. Rum yönetiminin Yunanistan ile birlikte ortak eylem plânı hazırladığı gün gibi ortadayken KKTC ile Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri ancak kısa süreli ziyaretlerle konuyu görüştüler. Ayrıca GKRY-Yunanistan ortak eylem plânı akıllara “Megali İdea”, “Enosis” gibi kavramları getirmelidir. Süreç içerinde “1950 Enosis referandumunun Rum okullarında kutlanması” kararıyla bir bayram ilânı yapıldığı düşünülürse federasyona karşı çekince için yeterli olacaktır. Kıbrıs’taki barışı tehdit eden Enosis kararı üzerine dünya kamuoyunu arkamıza almamız gerekirken yeterince üzerine dahi gidilmedi.

KKTC’nin müzakereler boyunca almış olduğu pozisyon da hatalıdır. Temsilcilerimiz sürekli taviz veren tarafta bir görünüm sergilediler. Adeta -amiyane tabirle- federasyon için sanki yalvarır gibiydiler. Sanki federasyon kurulamazsa idam edilecekmişçesine tavır takındılar.

Problemlerin en önemlileri ise Türkiye’nin olası federasyondaki durumuna yönelikti. Rum tarafı mütemadiyen Türkiye’nin garantörlüğünün kaldırılmasını ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’tan çekilmesini gündeme taşıdı. Bu noktada gerek Türkiye Cumhuriyeti gerekse de KKTC yetkilileri bunlardan taviz verilmeyeceğini deklare etseler de hata bu konuların tartışılmaya açılmasına fırsat verilmesidir. Uluslararası anlaşmalarla sabit haklardan feragat edilmeyeceğinin en baştan kırmızıçizgi olarak belirlenmesi ve herhangi bir platformda bunların akıldan dahi geçmesini engellemek gerekirdi. Türkiye’nin adadaki varlığı hem Kıbrıs Türkleri hem de Türkiye’nin Akdeniz’deki gücü açısından ayrı ayrı hayatî önemdedir. Türkiye’nin Akdeniz’de hâkimiyet kaybının nelere mal olabileceğine dair işaret için konferans devam ederken gerçekleşen Türk bayraklı yük gemisine Yunan Sahil Güvenliği tarafından ateş açılması olayı sanıyorum yeterli olacaktır.

Sonuç olarak yanlış teşhis edilmiş bir soruna çözüm bulma gayretinin tezahürü olarak işletilen Kıbrıs müzakereleri tavizlerle başlamış süreç kendi içerisinde yeni tavizleri doğurmuştur. En son gündeme geldiği şekliyle 2 dönem Rum tarafının, 1 dönem Türk tarafının rol üstleneceği dönüşümlü başkanlık modeli uygulanması planlanan ortaklıkta Kıbrıslı Türkler siyasi güçsüzlük ile yaşamak zorunda kalacaktır. Böylesine eşitsiz bir federasyon KKTC’yi yutacaktır. Dahası “Türk kanı içeceğiz” sloganlarıyla gösteriler düzenleyen Rum Ulusal Halk Cephesi’nin (ELAM) ve fikrinin varlığı göz önüne alınacak olursa geçmişte Makarios’a kurdurulan federasyonu bile mumla aratacaktır. Bu şartlar altında Kıbrıs Konferansı sonucu kurulacak olası bir ortak Kıbrıs devleti Türk milleti açısından rasyonel değildir. Kaldı ki, her 1 Nisan’da bir tarafın kutlama yaptığı diğer tarafın şehitleri için rahmet dilediği her 20 Temmuz’da bir kısmın kinle dolup taştığı diğer kısmın kurtuluş gününü kutladığı insanlardan müteşekkil adada kurulacak tek devletin sürdürülebilirliği de mümkün değildir.

Tüm bu karanlık tabloya rağmen ise “karar konferansı” sıfatı yüklenen bu zirvenin başarısızlıkla sonuçlanacağını tahmin etmekteyim. Ki, arzum da bu yöndedir. Eşitliğin sağlanmadığı, haksız ve adaletten uzak taleplerle dolu güncelleştirilmiş Annan Planı olan bu müzakere süreci her ne kadar başarısız yönetilse de Kıbrıs’ın millî dava olduğu gerçeği ile bertaraf edilecektir.

Mustafa KOÇYEGİT

Türk Dünyası Birlik Platformu Genel Sekreteri

(Genel Sekreterimizin bu yazısı Türk Yurdu Haber‘de yayımlanmıştır.)

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp